Sanığın bedenine ilişkin ameliyelerin meşru olup olmadığında tereddüt edilmektedir. Kan alarak alkol muayenesi bile düşündürücü olabilir, Sanığın rızası olmadığı halde bu yola gidilmesini ve sadece muayeneden ibaret sayılması mümkün araştırmalar bakımından da tereddüt edilebilir, Zira bu muayenelerin yapılması bir zaman alacağından bu yolla sanık hürriyetinden mahrum edilmiş olacaktır, eğer sanık muvafakat etmezse zor kullanmak gerekecektir. Her halde bu gibi hallerde sanığın bir müdafie müracaat imkânı tanınmalı, sanığın muameleyi durdurucu etkisi olan itiraz hakkından istifadesi mümkün bulunmalı, mahkeme zor tedbirine emretmeden evvel mutlaka bir bilirkişinin mütalâasını almalıdır. Buna mukabil vahim olmayan tedbirlerin alınmasına sanık mani olmamalıdır, meselâ tanıkların sanığı teşhis edebilmeleri için, sonradan bırakıldığı iddia edilen sakal zorla kesilebilmelidir. Sanığın fotoğrafını çekmek, bunları, tanıklara göstermek için başka bir mahale göndermek gibi usullere gayri meşru demek mümkün değildir.
Kendini koruma iç güdüsü ile doğruyu söylemek mecburiyetini telife imkân olmadığını kabul eden kanun sanığa "susma hakkı" vermiştir. Sorgunun başında sanığa isnad edilen suçun ne olduğu bildirilecek ve "bu hususta cevap vermek isteyip istemediği" kendisinden sorulacaktır (CMUK. 135, f 1). Bu, sanığa susmağa hakkı olduğunun hatırlatılması demektir. Bu hüküm, "susma hakkı"nın resmen tanındığı mânasına alınmalıdır. Sorgudan evvel yalnız duruşma hakiminin değil, davanın her hâl ve safhasında hazırlıkta zabıtanın, savcının, sulh hakiminin son soruşturmada hakimin "sanığa ifade vermemek hakkı olduğu ihtarını yapması ve bu ihtarın yapıldığının tutanağa geçmesi gereklidir. Kanunda bu hüküm 135. maddede ve usulün genel hükümleri arasındadır. Bu sebeple bütün usul safhasını kapsayan bir hükümdür. Fakat tatbikatta bu hüküm gereği gibi uygulanmamaktadır. Sanığın yakın akrabası olan şahide çekinmek hakkını tanıyan kanunun sanıktan susmak hakkını reddetmesi makul olmazdı. "Savunma hakkı, bir genel hukuk prensibidir, yargıdan ayrılması imkânsızdır".
Bununla beraber sorguya tâbi tutulmanın bir konuşma mecburiyeti doğuracağı tabiîdir. Zira susmadan çıkacak mâna sanığın aleyhine kabul edilebilir. Bu ihtimale binaen "yargıcın sanığa sükûtundan çıkarılabilecek neticeleri bildirmesi doğru olur". Bunu mecburi bir ihtar olarak kabul eden kanunlar da vardır. Fakat susmanın, ender olsa dahi, her zaman "zımni itiraf" sayılması gerçeğe uymaz. Başkasını ele vermemek için, çeşitli sebeplerle susan sanıklara rastlanmıştır. Sanık susma hakkını kullanırsa bu mutlaka tutanağa geçirilmelidir. Susma sanığın suçluluğuna delil sayılmamalıdır, zira bir "hakkın kullanılması" aleyhe sonuç veremez. Kaldı ki bu konuda ihtiyatlı olmak icap eder. Zira sanığın kendini savunması yerine susması, bir "heyecan" hali, ümitsizlik içinde olduğunu veya marazi bir ruh yapısına sahip bulunduğunu gösterebilir.
Sanık susmak hakkına sahip ise de bu yola gitmeyerek hilâfı hakikat beyanda bulunursa ceza görmeyecektir. Halbuki çekilmek hakkı olduğu halde yalan şahadette bulunan şahit cezalandırılır. Sanıklar lehine bu "imtiyaz" münakaşalıdır.
Doğruyu söylemek için sanığı yemin etmeğe mecbur tutan eski usulü Fransız ihtilali ortadan kaldırdı. Bu usule göre sanığın mahkûmiyeti halinde ayrıca yalan yeminden ceza görmesi gerekiyordu.
Sanığın "susmak hakkı" neticede hakikatı gizlemek demektir. Bunun bir "hak" olarak kabulünde güçlük yok değildir. Diğer taraftan sanığa âdeta "yalan söylemek hakkı" (!) da tanınmıştır, zira sanığın yalanı cezalandırılmamıştır. Sanığı, susmak hakkından mahrum etmeğe usul hukukunun bugün eriştiği seviye, imkân vermiyecektir. Fakat sanık tarafından söylense dahi "yalan" usul hukukunda müeyyidesiz kalmamalıdır.