onu, ferdin menfaati ile toplumun menfaatini uzlaştırmanın güçlüğü ile ilgilidir. Eğer sanığın haklan ihlâl edilirse (masum mahkûm edilirse) bundan muayyen ve müsbet bir zarar husule gelmiş olur. O halde suçluluğun şüpheli kalması halinde sanık beraat ettirilmelidir. Fakat sanık belki de suçlu idi. O halde şüpheden dolayı sanığın beraat ettirilmesiyle bu kerre toplum bakımından bir sonuç ortaya çıkar, zira toplumun hakkı (suçlunun cezalandırılması hakkı) bundan zarar görmüştür. Fakat bu gerçek bir zarar değildir, sadece bir "tehlike"dir. O halde bir "zarar" ile bir "tehlike" karşılaşmıştır. Mâsumun cezalandırılmasından doğan gerçek zarar karşısında iki sonuç ortaya çıkar : 1) Hakikî suçlu cezasız kaldığı için yeniden bazı haklan ihlâl edecektir. 2) Herkeste adlî hatâya kurban gitmek korkusu doğacak, herkes kendini daha az emin hissedecektir, bu suretle de adalet halktaki sempatisini kaybedecektir.
"Doktrinde çoğunlukda olan mütalaaya göre bu prensip, ancak delillerin takdiri bakımındandır. Eski devirlerde, mahkûmiyete yeter delil bulunmaması halinde, sanık bazı hallerde beraat ettirilmez, kâfi delil olsa idi verilecek olan cezadan daha hafif bir ceza ile cezalandırılır veya daha fazla soruşturma yapılmak üzere müddetsiz olarak sanık durumunda tutulurdu. Modern hukuk, mahkûmiyete yeter delil bulunmaması halinde beraat karan verilmesini kabul etmiştir".
Bu kaidenin sebebi şöylece izah olunmaktadır: "Bu prensibin kabulüne sebep, bir suçlunun cezasız kalmasının bir masumun mahkûm olmasına tercih edilmesidir". Bu kaide gereğince şüphe suçsuzluk lehine "maddî delil" sayılır. Bu suretle sanık "masumluk karinesi"nden faydalanır.
Bu kaidenin "yazılı hukuk kaidesi" olarak kabulü de müşküldür. Bununla beraber bu kaidenin usul kanununca benimsenmiş olduğunu umumi insicamından çıkarmak imkânsız değildir. Fakat bu durum "şüphe sanık lehinedir" kaidesinin yorumunda -açıkça bir hükümle ifade edilen kaidelerde olduğunun aksine- güçlük doğurmaktadır ve kaideye çeşitli anlamlar verilmesine sebep olmaktadır.
Usul Kanunumuz sanığa isnat edilen fiilin "sabit olmamasına" ve "sabit, mütahakkik olması" (CMUK.260) hallerini ayırmış, zımnen sadece şüphe ile mahkûmiyet karan verilemiyeceğini ifade etmiştir.
Bu kaide en açık şekilde ilk defa İnsan Haklan demecinde (m.9) açıklandı. Eski hukuk "beraat" ile "mahkûmiyet" arasında mutavassıt haller (dâva dışı bırakma gibi) kabul ediyordu.
Delil kifayetsizliğinin ölçüsü her iki soruşturmada aynı değildir. Bu kaidenin önemi bilhassa son soruşturmada anlaşılır. Bu kaideyi "ananevi prensip" "demokratik vicdan"a has bir kaide olarak vasıflandırmak sureti ile önemi belirtilmek istenmiştir.
Diktatörlük hukuku bu kaideyi red eder ve bu kaidede suçluya bir çeşit "dokunulmazlık" tanınmış olduğunu ileri sürer.
Pozitivistler, bu kaideyi yalnız "ihtiras suçluları" ve "tesadüf suçluları" için muhafaza etmek isterler ve "eyilimli suçlular" (= temayülî suçlular) ve "suçu meslek edinenler" hakkında red ederler. Pozitivistler nazarî olarak haklı gözükmektedirler. Zira "masumluk karinesi" bir ihtimali hesaba dayanıyorsa eyilimli suçlarda ve suçu meslek edinenlerde bu ihtimal daha ziyade onların suçluluğunu gösterir. Fakat pozitivistlerin suçluları tasnifinin kesin ölçüleri bulunmamıştır. Diğer taraftan konu her halde bir ihtimal problemi de değildir. Zira bütün ihtimallerin, tahminlerin aleyhe olmasına rağmen bir kimsenin işlememiş olması mümkündür. Şüphe - istisnasız - bütün sanıkların lehine kabul edilir, çünkü gerçek, ihtimale feda edilemez.
Kaidenin masumluk karinesi ile ilgisi:
Mahkûmiyetine hüküm verilinceye kadar sanığın masum sayılacağı genel bir Anayasa kuralıdır ve anlamı ancak uygulandığında açıkça anlaşılabilmededir. "Şüphe sanığın lehine kabul olunur" "delil külfeti itham makamına düşer" gibi kavramlar esasında bu umumî kuralın sonuçlarıdır, hatta "sanığın susmak hakkı" dahi bu kuralın sonucudur.
Anayasanın bu kuralı, yalnız ceza usulü alanına değil, diğer uygulamalara da hitap eder. Çünkü Anayasa bu kuralı sınırlı tutmamıştır. Bu sebeple masumluk karinesi koyan Anayasa kuralına sanıkların bazı haklardan, muvakkat de olsa, mahrum edilmeleri sonucunu veren uygulamalar ve buna imkân veren kanun hükümlerinin (memurun açığa çıkarılması gibi) Anayasaya uygunluğunda haklı olarak tereddüt edilebilir.
İsbat külfetini sanığa yükleyen her kanun hükmünün "masumluk karinesi"ne aykırı olacağı da ileri sürülmüştür.